8 Ekim 2011 Cumartesi

Chez Leon / Brüksel

Can'ımıza kavuşmamıza 9 gün kaldı. 


Haziran sonundan beri Brüksel'de yaşıyoruz.


Bu önemli bilgileri verdikten sonra bu akşam yaklaşan doğum sebebiyle bize gelmiş olan annelerimizle gittiğim Chez Leon'dan (www.chezleon.be) bahsetmeye başlayabilirim. Gran Palace'a çok yakın, Rue Des Bouchers'de bulunan bu restoran Leon Vanlancker tarafından 1893'de kurulmuş. Yani bizim gittiğimiz bu akşam 118 yaşında.


Beyoğlu'ndaki Nevizade Sokağı andıran Rue Des Bouchers, her tarafı restoranlarla ve neon ışıklarıyla dolu daracık bir sokak. Restoranların çoğunluğu fixfiyata çeşitli menüler sunan turistik yerler olsa da Chez Leon gibi lokal ve eski restoranlar da mevcut. 




Görebildiğim kadarıyla iki kata kurulmuş bu büyük restoran hep çok dolu. Biz bu akşam gittiğimizde kısa bir bekleme sonrasında giriş katında bir masaya kuruluverdik.


Menüde deniz mahsulleri ve lokal bazı belçika yemekleri ağırlıklarını hissetirse de farklı bir çok şey bulmak mümkün.


Cezayirli bayan garsonumuzun bizimle türkçe konuşarak vermiş olduğu menülerle biraz zaman geçirdikten sonra seçimlerimizi steak, leon spagettisi, morina balığı, kalamar, salyangoz ve bir litre açık roze şarap  şeklinde yaptık.





Önden gelen kalamarları ve salyangozları mideye indirdikten sonra şarapları yudumlayarak ana yemeklerimizi beklemeye başladık. Sanıyorum hayatımda ilk defa salyangoz yedim, epey hoşuma gitti. Tadı mantardan çok farklı değildi. Eritilmiş tereyağı ve sarımsakla beraber yapılan sunum tadını çok daha güzel yapıyordu. Kalamarlar neden (fazla un?) bilmiyorum, börek gibiydi. Tadı çok güzeldi ama bizim bildiğimiz kızartma kalamardan daha farklıydı.







Steak ile beraber helder, archiouc ve au 3 poivres sosları servis edildi. Türkçesiyle bunlar mantarlı, yeşil biber & kremalı ve domates & sarmısaklı soslardı. Leon spagettisi güzel (ama tuzsuz) bir deniz mahsulleri spagettisiydi. Morina balığı da buharda pişirlmiş bir şekilde haşmala patates ve yumurtalı & tatlı bir sos ile servis edildi.


Yemek o kadar keyifli geçti ki 1 litre şarabı bitirip (çoğunu ben içtim tabii ki), bir çeyrek şişe daha aldık. Sonrasında içilen iki espresso ile beraber herşey için toplam 142.30 euro ödedik.


Chez Leon kısa ya da uzun bir Brüksel ziyaretinde mutlaka uğranması gereken, hep dolu, lokal, eski ve keyifli bir restoran.

8 Mayıs 2011 Pazar

Annapurna - Hong Kong / Çin

Hayatımda ilk defa Çorum'un doğusuna gidince (dedem Çorum'da oturur), "madem buralara kadar geldim, bari haftasonunu da burada geçiriyim" diye düşündüm ve bir cumartesi sabahı Şangay'a bir saat araba mesafesindeki Wuxi'den uçağa atlayıp Hong Kong'a uçtum. Sabah 10:00 gibi alana inmiş olmama rağmen pasaport kontrolünün 1,5 saat kadar sürmesi ve trafik sebebiyle Kowloon bölgesinde bulunan otelime geldiğimde saat 14:00 olmuştu bile.

Vakit kaybetmeden sokağa fırladım tabii. Çin'e gelmeden birkaç gün önce bir gazetede Honk Kong'da kurulan sokak pazarları ile ilgili bir yazı okumuştum. Bu kadar tesadüf olur, otelden çıktığım gibi kendimi sokak pazarlarının ve mahşeri bir kalabalığın içerisinde buldum. Biraz buralarda dolaştıktan sonra gözüm sokaklarda satılan yiyeceklere takıldı doğal olarak. Çok aç olmadığım için gözüme kestirdiğim ve otlu gözlemenin top şeklinde yapılmış ve çubuğa geçirilmiş olanı şeklinde anlatabileceğim bir şeyi mideye indirdim.


 Otlu gözlemenin top şeklinde olanı

 Sokak pazarları

Restoran manzaraları

Genel olarak çok kalabalıktı sokaklar hep. Hong Kong'un diğer Çin şehirlerinden en büyük farkının çekik gözlü olmayan insan sayısındakiş artış olduğunu fark ettim sokaklarda yürürken. Şehir bana küçük bir New York gibi geldi açıkçası. Yüksek yüksek binalar, kalabalık sokaklar, trafik, Central Park kadar olmasa da şehrin ortasında büyük bir park ve Kowloon'un en güney ucundaki limandan görülen Hong Kong adasındaki onlarca gökdelen. 

Benim kaldığım otel Kowloon'da güneyden kuzeye boylu boyunca uzanan Natham Caddesi'nin kuzey taraflarındaydı. Hava kararmadan  görebildiğim kadar çok yer görmek amacıyla ilk metro durağından bir metroya atlayıp bu caddenin güney taraflarına indim. Biraz daha yürüdükten sonra limana gidip Honh Kong adasını ve gökdelenlerini seyrettim. En favori Hong Kong gökdelenimin Bank of China binası olduğuna bir kere daha kanaat getirdim. Burada biraz oturduktan sonra bir vapura atlayıp Hong Kong adasına geçtim.

Kowloon'dan Hong Kong Adası'nın görünüşü

Hong Kong'da dev gökdelenlerin, büyük alışveriş merkezlerinin ve caddelerin 3-4 metre üstünde kurulmuş olan yaya yürüme yollarında biraz dolaştıktan sonra akşam nerede yiyeceğime yönelik stratejik bir karar alma zamanım geldi. Önemli bir karar olduğu için bu kararı ayaküstü hızlıca vermek istemedim. O anda içinde dolaşmakta olduğum alışveriş merkezinin barına kuruluverdim. Bir kadeh cabarnet eşliğinde elimdeki haritada Hong Kong adasında bulunan SoHo bölgesinin yemek yeme bölgesi olarak gösterildiğini tespit ettim.


SoHo bölgesinde yürüyerek biraz turladım. Burası Asmalımescid tarzında bir yer gibi geldi bana. Yan yana bir sürü restoran ve barın olduğu, mekanlardan dışarı taşmış insanlarla dolu bir bölgeydi. Tipik olarak nereye oturacağıma karar veremeyip oradan oraya yürürken karşıma Annapurna diye bir Nepal restoranı çıktı. Tek kişilik güzel bir masayı gözüme kestiremem ve gidip oturmam aynı anda oldu nerdeyse.


Menüyü biraz karıştırdıktan sonra yak peyniri (ısmarlarken ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu), goru-ko-choyola, safranlı pilav ve bir kadeh de Şili'den bir merlot ısmarladım. Yak peyniri eski kaşar tarzında bir peynir çıktı. Kötü değildi ama çok da bir özelliği yoktu. Peyniri domates ve salata üzerinde sunmuşlardı. Ana yemek olarak söylemiş olduğum goru-ko-choyola ise domates, soğan, kişniş, limon, hardallı zeytinyağı ve aromatik bazı baharatlar ile sunulmuş ızgara sığır eti idi. Tadı güzeldi, hardallı zeytinyağına bayıldım, evde denemeye karar verdim. Safranlı pilavda da normal pilavdan tat olarak çok bir fark yoktu bence ya da safranın tadını çok bilmediğim için ben birşey anlamadım. Ama safranın ne kadar değerli ve az bulunan bir baharat olduğu ile ilgili bir yazı okumuştum, bu pilav anlatamadı bana bu değerin sebebini.


Goru-ko-choyola, bir daha flaşsız fotoğraf çekmeyeceğim, söz. 

Safranlı pilav

Soho sokakları


Tüm yediklerim için (ikinci bir kadeh Avustutralya cabarnet'si ile beraber) 405.00 HKD (Hong Kong doları) ödedim. Bunun türkçe karşılığı da 80.00 TL oluyor. Yani sanki Yakup'a gidip biraz meze, birkaç ara sıcak yemek ve birkaç kadeh rakı içmek gibi birşey. 


Özetle Annapurna beni Nepal mutfağı ile tanıştıran hoş bir restoran olarak kişisel tarihimdeki yerini aldı. Yemekten değil belki ama Çin'deki son akşamım olduğu için ve ertesi gün bir haftadır ayrı kaldığım eşime kavuşacağım için mutlu bir akşam oldu benim için.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Huizhou, Wuxi / Çin

Öncelike hemen söylemeliyim ki, başlıkta yazan isimler restoran değil şehir isimleri. Malesef gittiğim restoranların isimlerini bilmediğim için ben de en azından şehir isimlerini yazıyım dedim.

Geçen hafta iş sebebiyle Çin'deydim. 10 saatlik uçuş sonunda ulaştığım Hong Kong dışında Huizhou, Chengdu ve Wuxi şehirlerinde bulundum. Hem öğle hem de akşam yemeklerini genelde işten birileriyle yemiş olduğum için malesef tek başıma kaldığım iki akşam ve bir öğlen dışında çok resim çekme şansım olmadı.

İlk birkaç günü Huizhou bölgesinde geçirdim. İlk öğlen yemeği sırasında sofraya ilk olarak çay servisinin yapılmasıyla çayın Çin'de önemli bir içecek olduğunu anlamam, çayı içme teşebbüsümün durdurulması ve ilk fincan çayın içmek için değil de tabak ve çubukları yıkamak için kullanıldığının anlatılması birkaç saniye içerisinde gerçekleşti. Ben daha ne olduğunu anlamadan masada bulunan herkes tabağını ve çubuklarını çayla yıkamaya başladı. Ben de mecburen çoğunluğa uydum tabi.

Yemekleri hep gruba özel odalarda yedik. Hem odaları hem büyük salonları olan restoranlar da gördüm, sadece odalardan oluşan restoranlar da. Grup olarak yemeğe gidilirse yemeklerin genelde gruba özel odada yenmesinin standart olduğunu anlattılar bana.

Yemekler hep ortaya geliyor Çin'de, ya da benim gittiğim her restoranda öyleydi. Bu uygulama Türkiye'de ortaya birşeyler sipariş edilmesine benziyor. Tek fark, ortaya söylenen yemekler yuvarlak masanın ortasında bulunan ve dönebilen bölümün üzerine konuluyor.  İsteyen istediği yemeğe bu dönebilen bölümü çevirerek ulaşıyor.

Kalabalık yenen yemeklerde doğal olarak ben hiç sipariş verme durumunda olmadım. Bu yemeklerde ortaya bir kaç çeşit balık, pirinç ya da noodle, birkaç çeşit buharda pişirilmiş sebze, bağırsak, et, dim sum (buna sanıyorum Türkiye'de Çin Mantısı deniyor, içerisinde çeşitli şeylerin bulunduğu ve buharda pişirilmiş hamur topları diye anlatabilirim) gibi şeyler geldi genel olarak. Çeşitler o kadar fazla ve enteresandı ki, bizim İstanbul'da Çin mutfağı diye bildiğimiz şeyin gerçek Çin mutfağının basitleştirilmiş bir versiyonu olduğunu düşünmeye başladım.

Bir akşam Çin şarabını denemem önerildi ve ben de çoğunluğa katıldım. Ancak çok geçmeden anladım ki Çin şarabı dedikleri şey %50 alkollü ve vodka gibi shot olarak içilen epey ağır bir içki. Masadakilerin dördüncü kadehlerini yuvarladıkları sırada ben ilk kadehi zar zor bitirdim ve hemen bir bira siparişi verdi. Gelen buz gibi biradan ilk yudumu aldıktan sonra Budweiser'ı insanlığa armağan eden yüce şahsiyet her kim ise kendisini saygıyla andım içimden.

Kahvaltılar Wuxi'de kaldığım otel dışında epey bir hayal kırıklığı idi. Peynir ve yumurta gibi tipik bir Türk kahvaltısında bulunan iki ana malzeme dışında herşeyin bulunduğu Çin kahvaltılarını çok fazla sevmedim. Çeşit çeşit balıkların, çorbaların, sebzelerin, dim sum'ların bol bol sunulduğu kahvaltılar yerine gözüm bir dilim ekmek, biraz beyaz peynir ve siyah zeytin aradı hep. Wuxi'de kaldığım otelin kahvaltısında peynir görünce dondurmaya kavuşmuş çocuk gibi oldum sabahın köründe.

Haftanın sonunda cuma akşamını Wuxi'de tek başıma geçirdim. Oteldeki Alman restoranlarını sallayıp kendimi dışarı attım. İlk girdiğim restorandan çıkmam yaklaşık bir dakika sürmedi bile. Bu süre zarfı içerisinde ben garsondan ingilizce menü istedim sürekli olarak, o da nedense konuşmayı ya da herhangi bir tepki vermeyi reddedip suratıma baktı boş boş. Bir dakika sonunda pes edip yüzümde bir gülümseme ile ayrıldım mekandan.

İkinci mekanda da aynı problemle karşılaştım. Tam çıkacağım sırada yan masamda bazı gençlerin oturduğunu gördüm. Çat pat da olsa ingilizce konuştuklarını görünce, onlardan yardım istedim. Çat pat ingilizcelerinin menüden yemek seçme konusunda çok da yardımcı olamayacağını görünce de full yemekle dolu olan masalarından gözüme kestirdiğim yemekleri parmağımla göstererek sipariş verme işlemini tamamlamış oldum. Bizi hayatın her türlü zor şartında yaşamaya alıştıran Türk eğitim sistemini ve askerlik hizmetini saygıyla andım.

Masaya yemekler gelip de ilk tadımları yapınca dana etli noodle, karidesli dim sum ve buharda pişirilmiş ama diri kalmayı başarmış yeşil bir sebze ısmarlamış olduğumu anladım. Hepsinin tadı epey güzeldi. Bunların yanında iki de büyük ve soğuk Budweiser yuvarlamayı ihmal etmedim tabi. 

Yemek öncesinde çay ve tipik yemek takımları

Yorucu bir haftanın sonunda içilen buz gibi biradan daha heyecan verici ne olabilir?

Dana etli kahverengi noodle 

Karidesli dim sum

Yeşil sebze, adını bilmeyi çok isterdim

Yemeğin sonunda hesabı istediğim garson anlamadığım birşeyler söylemeye başlayınca bu sefer diğer tarafımdaki masada oturanlardan yardım istedim. Adam kısık bir sesle "eighty eight rmb" dedi. İçimden "şurada Türk bir garson olsa, benim anlamadğımı anlayıp hesabı bir kağıda yazıp önüme koyması on saniye sürmezdi bile" diye geçirdim, yurdum insanının pratik zekasını saygıyla andım.

Evet tüm bu yediklerim ve içtiklerim için 88 rmb ödedim. Bunun türkçe karşılığı 22 tl oluyor. Şaka gibi değil mi? Bağdat Caddesi'nde bir Starbucks'dan bir günün kahvesi ve bir de kepekli havuçlu kek alsam buna yakın birşeyler öderdim herhalde diye düşündüm. Evet Wuxi ile İstanbul tabii ki bir olamaz ama İstanbul'da her gün soyuluyor olduğumuz da bu dünyanın bir gerçeği malesef.

Enteresan ve farklı bir cuma akşamı oldu benim için. Otele dönüp yatağa kuruldum ve CNN'i açtım. Royal wedding'i seyredip, kafamda "sıradan iki insanın düğünü neden bu kadar büyük olay oluyor?", "bu devirde halen monarşiye sahip olmak çok komik değil mi?" gibi düşüncelere uyuya kaldım.

5 Nisan 2011 Salı

Goldene Gams - Kitzbühel / Avusturya

Bizim bir seyahatte yaşadığımız en tipik problem nerede yemek yiyeceğimize karar vermek oluyor hep. Saatlerimizi yemek yerine karar vermek için geçirdiğimiz çok seyahat hatırlıyorum. Hatta bazen tam öğlen yemeği saatinde bir restorana girmeye karar verip, ardından tam o restorana girmek üzereyken "aslında şuraya da bakabilirdik, belki orası daha güzeldir" diye düşünüp yönümüzü başka bir tarafa çevirdiğimiz, sonra o gittiğimiz restoranı kapalı bulup başka bir restoran peşinde koştuğumuz, tüm bu oradan oraya koşturma sebebiyle saatlerimizi harcayıp aç kaldığımız, yorulduğumuz ve öğlen yemeğini akşamüzerine doğru yediğimiz durumlar olmuştur. Tabii sık sık yaşadığımız bu probleme karşı boş boş oturup hiç bir karşı önlem geliştirmediğimizi düşünmenizi istemem. Mesela geçtiğimiz sonbaharda iki arkadaşımızla gittiğimiz Montenegro ve Sırbistan gezisi sırasında nerede yemek yeneceğine her akşam bir kişinin karar vermesi şeklinde bir uygulamayı hayata geçirmiştik. Sonuç kusursuz olmuştu. Herkes sırayla bir akşam nereye gidileceğine karar veriyordu ve diğer ekip üyeleri de itiraz etmeden bu karara uyuyorlardı. Benim kendi kendime uyguladığım başka bir yöntem ise özellikle öğlen yemeklerini zamana yayma taktiği şeklinde özetlenebilecek bir uygulama. Bu uygulamaya göre saat 13:00 civarında karnım hafiften acıkmaya başladığı sırada karşıma çıkan ilk ilgi çekici yerde ufak birşey yemek ve bu ufak birşeyler yeme aktivitesine saat 16:00'ya kadar falan farklı yerlerde devam etmek. Her iki yöntemin de en büyük avantajı karar sürecini miniize etmesi. İkinci yöntemin ayrı bir avantajı az zamanda farklı şeyler tadabilmek.

Konu korkunç dağıldı, buradan toparlamaya çalışacağım şimdi. Yine nerede yemek yiyeceğimize karar vermek için epey bir zaman harcadığımız soğuk bir Kitzbühel akşamında daracık sokaklarda tüm gün kaymış olmanın vermiş olduğu yorgunlukla dolaşıp, epey bi restranın önünde durup camdan içeriyi ve kapıdaki menüyü süzdükten sonra karşımıza çıkan Goldene Gams'den içeriye attık kendimizi. Menüden gördüğümüz peynir fondüydü içeri girme sebebimiz.


Tiefenbrunner Oteli'nin giriş katında bulunan bu restoranın bizim oturduğumuz bölümünde epey büyük bi salonu ve uzunca bir barı vardı. Neredeyse tüm masalar tıklım tıklım doluydu bizim gittiğimiz akşam. Çok fazla aç olmadığımız için sadece peynir fondü ve şarap siparişi verdik. Masaya önce küçük küçük dilimlenmiş ekmekler ve küçücük bir kapta sebze turşuları geldi. Ekmekler hafif bayat gibiydi, sebze turşusunun miktarı da gözü de mideyi de aç bırakacak şekildeydi. Daha önce buharda pişmiş ya da ızgara sebzelerle peynir fondü yediğim olmuştu ama sebze turşusuyla hiç denememiştim. Ardından masanın ortasına yakılan mumun üzerine gelen fondü ile ziyafetimiz başlamış oldu.





Fondü güzeldi, sebze turşularıyla da iyi gitti. Ancak turşu miktar olarak oldukça azdı. Yukarıda da yazdığım gibi ekmekler hafif bayat gibiydi. Bu küçük eksilere rağmen fondünün tadının büyük artısı hoş bir yemek yememize sebep oldu. Bu arada fondünün sunulduğu kabın sadelik kaynaklı şıklığına dikkatinizi çekmek isterim, bizim çok hoşumuza gitti.


Menü oldukça genişti, fondü dışında özellikle et ağırlıklı farklı lezzetler bulabileceğiniz Goldene Gams'e yolunuz bir kayak tatili sırasında Kitzbühel'e düşerse gitmenizi öneririm.

14 Mart 2011 Pazartesi

Bechlwirt - Kirchberg / Avusturya

Eylülden beri "bu kış kayağa farklı bir yere gidelim" deyip duruyorduk. Her konu gibi bu konu için de son ana kadar hiçbirşey yapmayınca aylardır üzerinde konuştuğumuz tatil az kalsın gerçekleşemeyecekti. Şubat başlarında bir pazar günü saatlerimi internet karşısında harcayıp, aşağı yukarı 35 telefon görüşmesi yapınca gerekli rezervasyonları yapabildim. 12 kere falan karar değiştirdikten sonra o pazar günü yapılan görüşmeler ve hala boş odası bulunan oteller doğrultusunda Avusturya'da bulunan Kitzbühel'e gitmeye karar verdik.


Istanbul'dan uçakla Münih'e ulaştıktan sonra yine son ana bıraktığım başka bir konu az kalsın problem çıkarıyordu. Nasıl olsa havalimanında kolayca bulacağımı düşünerek kiralık araba ayarlamamıştım. Havalimanındaki tüm rent a car ofislerine tek tek girip kiralık tek bir araba bulamayınca, elimizdeki valizler ve kayaklarla tren istasyonunun yolunu tutmak üzereyken son anda boş duran bir rent a car ofisinde bir kere daha şansımı denedim. Ve ne enteresandır ki, 5 dakika önce tek bir arabası olmayan ofis ikinci denememde bana uygun bir araba temin etti.

Münih'ten Kitzbühel yaklaşık 2 saat sürdü araba ile. Yol boyunca 3 kere (2 kere benzinci, 1 kere yol kenarına park etmiş bir kamyoncu) yol sormak için durup, her üçünde de karşımıza tesadüfen bir Türk çıkınca, yurdum insanının Avrupa'nın her köşesinde nasıl nüfuz ettiğini bir kere daha anladım. Kalacağımız yer Kitzbühel ve Kirchberg kasabaalrının ortasında Klausen isminde bir yerdi. Arabayla Kitzbühel'e 5, Kirchberg'e 2 dakika mesafe uzaklıktaydı. En iyi yanı pistlere çıkan teleferiklerden birinin kaldığımız yere 5 dakika yürüme mesafesinde olması idi.



Yıllarca sadece Kartalkaya ve Uludağ'da kaydıktan sonra pistler uzunluk ve adet olarak gerçekten mükemmel geldi. Kaldığımız 5 gün boyunca pistlerin açılışından kapanışına kadar durmadan kaymamıza rağmen daha hiç görmediğimiz epey bir pist kaldı.

Akşam yemeklerini ya Kitzbühel'de ya da Kirchberg'de yedik. Burada bahsetmek istediğim restoran da Kirchberg'in içinde bulunan Bechlwirt. Son akşamımızda girdiğimiz bu restoran ya da yemekleri için öyle anlamsız abartılı övgü dolu sözler söylemeyeceğim. Kötü bir yer değildi, aksine ortam da yemekler de gayet güzeldi. Ama içtiğimiz şaraptan (Santa Rita, Şili) o kadar etkilendik ki, diğer herşey geri planda kaldı. Sanıyorum bugüne kadar içtiğim en iyi Cabarnet idi. Tam gövdeli, ağızda yoğun bir tat bırakan bu şarap gerçekten çok hoşumuza gitti. Dönüş yolunda tüm duty free'lerde ve Istanbul'da birkaç markette aramama rağmen malesef bulamadım. Nasıl satın  alabileceğimi bulabilmek için google aracılığıyla internet sitesini budum ama daha detaylı olarak inceleyemedim.


Bu güzel şarabın yanında yemek olarak ıspanak köftesi (Spiantknödel'i doğru mu çevirdim emin değilim), tavuk göğsü ve tavada domuz yedik. Benim en çok beğendiğim ıspanak köftesiydi. 



Tatilin son gecesi gittiğimiz bu restoranda güzel geçen bir tatili kutlamak için başlangıçta içtiğimiz proseccolar dahil herşey için 2 kişi toplam 47.00 € ödedik. Bechlwirt'e gitmezseniz kaybedeceğiniz hiçbirşey yok ama Santa Rita'yı mutlaka deneyin.


23 Ocak 2011 Pazar

Sagardi - Barcelona / İspanya

Hayatın toniği gerçekten güneyde mi? Bence öyle. Sadece aşağıdaki resim bile buna katılmayı gerektirmez mi? Barcelona'ya gitmişsiniz, bavulları otele bırakıp kendinizi sokağa atmışsınız ve daha iki dakika geçmeden ilk gördüğünüz şey bateri çalıp şarkı söyleyerek ilerleyen kalabalık ve renkli bir grup.



Güneye gitmeyi geçtim, güneyle ilgili birşeyler yazmak bile kuzeyle ilgili yazmaktan daha keyifli sanki. En azından benim için öyle olduğunu söyleyebilirim.

Geçen yaz birkaç günlüğüne Barcelona'ya gittik. Gitmeden önce farklı kişilerden duyduğum "keyifli şehir" tanımlamasına katılmamak mümkün değil gerçekten. Kuzey Avrupa'nın soğuğunun, düzeninin, griliğinin yerini biraz düzensizlik, sıcak ve hayatın canlı renkleri almış burada. Şehir size habire bir şeyler oluyor ve siz bunları kaçırıyorsunuz hissi veriyor dinamizmiyle.

Yemek, içmek insanın başlıca ilgi alanlarından birisi olunca bu gezinizin rotalarına da yansıyor doğal olarak. Biz gitmeden önce Barcelona'da birkaç yıl yaşamış bir arkadaşımızdan ve çeşitli internet sitelerinden toparlamış olduğumuz bilgilerle nerede ne yiyeceğimize aşağı yukarı karar vermiştik. Olay sadece yemek de değil, lokal pazarlara uğramak da ayrı bir keyif bence. Bu nedenle mesela Boqueria isimli pazar şehirde ilk gittiğimiz yer oldu.



Şehirde geçirdiğimiz zaman süresince kapalı olduğu için gidemediğimiz bazı restoranlar da oldu. Bunlardan en çok içimizde kalanı sanırım La Paradeta. Kiloyla deniz mahsüllerinin satıldığı bu mekanın internet sitesine bakmanızı ve eğer yolunuz Barcelona'ya düşerse uğramanızı öneririm. Bizim yolumuz bir daha o taraflara düşerse sanırım ilk uğrayacağımız yer burası olacak.

Şimdi bahsetmek istediğim restoran Sagardi isimli bir tapas bar. Burayı almış olduğumuz tavsiyelere uymamayı kararlaştırdığımız bir akşam Gotico bölgesinin daracık sokaklarında kaybolduğumuzda tamamen tesadüf eseri keşfettik. İçeri girdiğimizde upuzun bir barın üzeri çeşit çeşit rangarenk tapaslarla doluydu. Epey kalabalık olan mekanda birkaç dakika nerden nasıl sipariş vereceğimizi anlamaya çalışırken imdadımıza bardaki yerlerinden kalkan bir grup yetişti. Hemen kalkanların yerine konuşlanıp, bir garsondan iki boş tabak edindik. Garson bize tabaklarımızı istediğimiz şekilde doldurabileceğimizi, sadece tapasları yedikçe üzerlerinde bulunan kürdanları tabağımızda muhafaza etmemiz gerektiğini, hesabın kürdan adetlerine göre hesaplanacağını söyledi. İçimizden "bu sistem yurdumuzda olsa nasıl olurdu?" diye düşünmeden edemedik. Bu düşüncelerle çok vakit kaybetmeden hemen denemelere başladık tabi. Hepsi birbirinden lezzetli olan bu tapasların yanında adını bilmediğim, buz gibi lokal asitli bir beyaz şarap içtik. Genel tercihimiz zaten hep lokal en çok tüketilen içecek neyse onu denemek şeklinde oluyor böyle yeni yerlere gidince. Şimdi teker teker her tapasın ne kadar güzel olduğunu anlatmayacağım, aşağıdaki resimler zaten kendi kendilerine olayın boyutunu anlatıyorlar diye düşünüyorum.









Tapasların tanesi 1.80 € idi, beyaz şarabın kadehi de 2.80 €. Internet sitesinden tam adresini bulabileceğiniz Sagardi'ye mutlaka uğrayın, pişman olmayacağınıza eminim.