29 Aralık 2010 Çarşamba

Notre Dame - Leuven / Belçika

İş sebebiyle sık sık Leuven'e gidiyorum. Brüksel'in trenle 20 dakika doğusunda bulunan Leuven küçük bir üniversite şehri. Küçük olmasına rağmen sokakları, barları ve restoranları hep öğrencilerle dolu. Sokaklarda tekerlekli bavullarını çekerek hızlı bir şekilde oradan oraya koşturan öğrencileri ne zaman giderseniz gidin görmemek imkansız gibi bir şey. 

Pazartesi akşamları bile restoranların genelde hep dolu olduğu bu şehirde trafik de bazen şaşırtacak derecede çok olabiliyor. Gerçi hiçbir trafik İstanbul trafiği kadar kötü olamaz ama bu kadar küçük bir şehrin arnavut taşlarıyla örülü daracık sokaklarında sabahın erken saatlerinde başlayan dehşet trafiği görmek bazen gerçekten şaşırtıcı olabiliyor. Ardından bu şaşkınlığın yerini başka bir şaşkınlık alıyor. Evet o daracık sokaklarda sabah saat 7'de dehşet bir trafik var ama herkes kurallara harfiyen uyuyor. Emniyet şeridinden gitmeler, takip mesafesi falan dinlemeden önündeki arabanın dibine kadar girmeler, gerekli gereksiz korna çalmalar, yerlerdeki kesikli ya da düz çizgileri dikkate almamalar gibi yurdum insanının her gün bıkmadan usanmadan yapmaktan büyük keyif aldığı aktiviteler burada yok. Tamam kabul ediyorum, yurdumda yerlerdeki kesikli ve düz çizgilere uyulmasını beklemek saflık.

Trafik kurallarından bu kadar bahsetmişken bir anımı anlatmadan geçemiycem. Bir keresinde Leuven'in hafif dışında (dışı ve içi zaten birbirine çok yakın), etrafı tarlalarla ve tek tük müstakil evlerle çevrili, sakin (hatta o kadar sakin ki görebildiğim tek araba bizdik ve yollarda falan tabii ki yürüyen hiç kimse yoktu) bir yolda patronla beraber arabada gidiyorduk. Güzel bir haberi kutlamak için öğle yemeğine gidiyorduk beraber. Bu sakinlikten ve huzurdan patronun sert bir fren yapmasıyla uyandım. Önce yola aniden fırlayan bir hayvanı ezdiğimizi falan sandım, sonra öyle bir durum olmadığını anlayınca olayı kendi kafamda çözmeye çalıştım. Bu sırada patron kendi kendine söyleniyordu. Sonunda (bunların hepsi birkaç saniye içerisinde oldu tabii) dayanamayıp neden ani fren yaptığımızı sordum patrona. O bu soruma daha da şaşırıp "kenardaki hız limitini görmedin mi, hızlı gidiyorduk" şeklinde cevap verdi. Yaşadığım dumur durumundan hemen sıyrılıp "ben de fark etmemişim" dedim ve konu bir şekilde çok uzamadan kapandı.

Biraz önce bilgisayarın başına oturduğumda şu yukarıda yazdıklarımın hiçbirini yazmak yoktu aklımda. Konu nerden nereye geldi. Neyse şimdi esas meselemize dönüyorum tekrar.

Bu aralık ayının başında yine Leven'e gittim bir hafta için. Yine gitmeden restoran seçimi yapacağım diye düşünmeme rağmen yine zamansızlıktan hiç bir seçim yapamadım. Ardından yine ofisten kesin erken çıkıcam diye düşünmeme rağmen yine her akşam en geç ben çıktım ofisten. Ve yine değişik birkaç restoran deneyeceğim diye düşünmeme rağmen, yine yorgunluktan bildiğim, sevdiğim, daha önce onlarca kez gittiğim, eski patronumun zamanında garson olarak çalıştığı, Leuven'in tam merkezinde bulunan Notre Dame'a gittim bir akşam.

Notre Dame hem uygun lokasyonu hem de makul fiyatları sebebiyle nerdeyse her akşam tıklım tıklım dolu. Yazın önündeki geniş alana yayılan masalar, kışın içeri alınıyorlar. İçeride hepsi birbirinden geniş birkaç salon ve merdivenle çıkılan üst katta da özel partiler için tutulabildiğini düşündüğüm (her gittiğimde üst kattan gelen aşırı alkol almış, yüksek sesle şarkı söyleyen insan sesleri bana bunu düşündürdü) başka bir salon mevcut.

Aslında menü sıradan. Salatalar, sandviçler, etler, makarnalar ve deniz mahsülleri var özetle menüde. Ama tatlar gerçekten çok başarılı. Belçika'ya özgü şarap sosunda pişirilmiş midye de bulmak mümkün burada, hafif bir croque monsieur yemek de. Et menüleri başarılı, bundan daha da başarılı olanı etle beraber sunulan çeşit çeşit soslar. Ben her seferinde değişik bir sos denememe rağmen sanırım halen hiç tatmadıklarım mevcut.

Yalnız yemek yemekten hiç hoşlanmadığım için ve herkes gülüp eğlenirken masamda yemeğin gelmesini beklerken kitap/gazete/dergi okumaktan da artık çok sıkıldığım için bu sefer laptomu açtım masaya. Çok asosyal bir görüntü oluştuğunun farkındayım ancak buz gibi bir Leffe Blond (en favori Belçika biram) ve biraz tuzlu fıstık eşliğinde yemeklerin gelmesini beklerken biraz e-mail okumak/cevaplamak çok da fena olmadı.


Hem çok aç olduğum hem de hava çok soğuk olduğu için önden bir sebze çorbası söyledim. Bildiğimiz sebze çorbalarından çok farklı bir şey değil ama tadı gerçekten güzeldi. "Önce bira sonra çorba mı?" dediğinizi duyar gibiyim ama gönül ferman dinlemiyor işte.


Orjinal plan ardından yine et yemeği almaktı. Ama her zaman orjinal plana sadık kalmamak lazım şu hayatta. Ben de son anda fikir değiştirerek ızgara somon ısmarladım bu sefer.


Sonuç yine çok başarılıydı. Somonu tipik bearnaise sosuyla beraber sunuyorlar. Yanında ayrıca salata, patates tava ve mükemmel bir mayonez mevcut. Somonun da sosunun da tatları oldukça başarılıydı. Soslardaki olayın ne olduğunu bilmiyorum, belki içlerine bol miktarda tereyağı koyuyorlardır ve soslar da içlerine tereyağı konulan herşeyde olduğu gibi mükemmel oluyorlardır, emin değilim. 

Aslında bu yemekle buz gibi bir beyaz şarap almak muhtemelen daha mantıklı olurdu. Çünkü menüde çoğunluğu Fransız olmak üzere oldukça fazla sayıda şarap seçeneği de mevcut. Ancak maalesef Leffe Blond'a karşı olan zaafımı yenmek çok da kolay olmuyor benim için. Yurdumda da çok fazla bulunmadığı için Belçika'da her akşam yemeği öncesinde kendi kendime sorduğum "acaba bu sefer şarap mı içsem?" sorusunu geçiştirip Leffe Blod ısmaralamaya karar vermem toplam 5 saniye falan sürüyor genelde.

Yukarıda saydıklarım için toplam 20.90 € ödedim o akşam. Yuvarlak hesap 42.00 TL gibi bir şey oluyor. İstanbul'da Bağdat Caddesi ya da Nişantaşı'nda bir cafeye gitsek aynısını ödeyeceğiz sanırım. Hatta daha bile fazlasını ödeyeceğiz belki de. Aslında bu benim çok yaptığım bir yanlış. Fiyatları İstanbul ile karşılaştırıp ucuz ya da pahalı diye bir yorumda bulunmak çok da sağlıklı değil bence. Çünkü İstanbul genel olarak anlamsız derece pahalı. Bir kadeh votkanın 30.00 TL'ye, uyduruk bir şişe kırmızı şarabın şişesinin 80.00 TL'ye, küçük bir şişe Efes'in 10.00 TL'ye satılmasının normal kabul edildiği bir şehirdeki fiyatlara bakıp karşılaştırma yapmanın gerçekten de çok sağlıklı olmadığını düşünüyorum.

Leuven'e geri dönecek olursak, yolunuz düşerse (belki temmuz başlarında yapılan Werchter rock festivaline (http://www.rockwerchter.begidersiniz) Notre Dame'a uğrayın derim. Pişman olmazsınız.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Augustiner - Berlin / Almanya

Almanya'ya gidip de sosis yemeden dönülür mü? Bence de hayır. Bu sebeple biz de soğuk bir günün öğlen saatlerinde yine Gendarmenmarkt bölgesinde karşımıza çıkan Augustiner'e attık kendimizi.

Augustiner Münih orjinli eski bir birahane. Hatta biraz önce web sayfalarından öğrendiğime göre 1328'de kurulmuş, Münih'in en eski birahanesi. Kendi üretimleri olan çeşit çeşit biraları var. Berlin'de de sadece bir adet şubeleri bulunuyor.

Berlin'deki bu şubenin geniş bir salonu mevcut. Biz gittiğimizde aşağı yukarı yarısı doluydu masaların.


Restorana girdiğimizde saat 14:00'ü geçmiş olduğundan günün menüsü olan yemekleri alamayacağımızı ve menüden seçim yapabileceğimiz söylendi bize. Benim zaten ne alacağım daha restorana girmeden belli olduğu için çok uzun sürmedi seçim prosesimiz.

Bir adet 0.33l Augustiner Pils, bir adet 0.5l Helles, bir salata (Feinschmeckersalat) ve bir porsiyon da sosis (Münchner Bratwurst Grob) sipariş ettik biz. Sosisi patates püresi ve lahana turşusu ile servis ediyorlar tipik olarak. Feinschmeckersalat diye ısmaladığımız şey de bizim bildiğimiz beyaz peynirli akdeniz salatasına benzer birşeydi.

Dehşet etkilendiğimizi söyleyemeyeceğim, ama yarım litrelik bir Augustiner birası molası iyi geldi tabii soğuk bir Berlin gününde. Bir litrelik bardaklar aklımda kalmadı değil tabii, ama günün geri kalanını da düşünüp akıllı bir strateji uygulamak istediğimden kendimi bir bardakla sınırladım.

Menüde sosis dışında tipik olarak çeşit çeşit etler mevcut. Kırmızı etle arası çok iyi olmayanlar için çok da keyifli bir yer olmayacağı kesin buranın çünkü et dışında birşey ısmarlamak bir iki basit salata dışında imkansız.

Biz siparişlerimiz için toplam 27.00 Euro ödedik. Bu da o günkü kurla aşağı yukarı 54.00 TL yapıyor. Günümüz Istanbul fiyatlarıyla karşılaştırınca neredeyse Nişantaşı'nda bir cafede ödeyeceğiniz ücretle aynı sanki.